10 Aralık 2015 Perşembe

Elçi & Zeval

Hep bir bunalım hakim günlerime.
Henüz yedi yaşında iken depresyona girmiş bir çocuk, saçının bir bölümü dökülmüş.
Resimde, müzikte, kendini gösteren yetenekleriyle, sanata eğilimi olan bir çocuk.
Oyuncaklarının eve gelen misafir çocukların oynamaması için saklanmasının tembihlendiği çağlarda, o sokağını evi yapmış, oyuncaklarını kaldırımlara sermiş ve döndüğünde bulamayışına anlam verememişti..
Evrimin doğasındaki vahşi rekabet işlememişti onun genlerine, büyüse bile. Rekabet yerine hep yardım etti etrafındakilere ama karşılığı avını paylaşmak isteyen aslanın, sırtlanlar tarafından saldırıya uğraması gibi oldu. Daha bir lokma yiyemeden arkasını dönüp gitti. Çünkü vahşi doğada doktor ve ilaç yoktur, küçük bir yara alırsanız enfeksiyondan ölebilirsiniz. Rakip ne kadar zayıf olsa da risk her zaman vardır.
Tüketerek orgazm olan bir türe evrildi, homo-erectus.
Etinden yediren ve bunun acısını bastırmak için dişlerini bulduğu her şeye geçiren bir canavara dönüştü.
Mazoşizmin ve sadizmin verdiği hazla kendinden geçen, salyalarıyla gittiği yönü belli eden, gözü kör yürüyen et yığınlarıyla doldu, doğayı yok edip kurdukları gri, soğuk, taştan alanlar.
Burada parıldıyordu çocuk, vahşetin içinde büyüdü. Kendini ne ifade edebildi ne de bir tanesini çekip çıkarabildi bu saçma, vahşi döngüden. Canavarların kurduğu sistemin bir parçası olmazsa yaşayamayacağını biliyordu, her ne kadar delirmiş olmasa da Tanrı onu da zaafları ve ihtiyaçlarıyla yaratmıştı. Karıştı kalabalıklara, içten içe yardım edebileceğini biliyordu, çamur deryasına kapılmış akıp giden insanlara. Uyum sağlamak gerçekten zordu ve başka bir şeye vakit bırakmıyordu.
Hem Tanrı'da çok sıkılmıştı insanların kendilerini getirdikleri noktadan; Yok etmek için bir çaba bile sarf etmek istemiyordu, kıyamet için emir vermeye bile değer bulmadı. Biliyordu savaşan her organizmanın yok olacağını, biliyordu bu canlının içindeki savaşın hiç bitmeyeceğini.
Meleklerinin güzelliklerini izlemeye verdi kendini. Yolladığı son Mesih kaybolup, yıpranıp gidiyordu karanlıkların arasında. Öylesine gözü dönmüştü ki artık Ademoğlu'nun, biliyordu Mesih uçsa da, gezegenleri yerinden oynatsa da bir anlam ifade etmeyecekti. Zaten onu da insanların eski günlerini hatırlamak için yaratmıştı. O kadar uzun zaman olmuştu ki zira.
Böylesine bir değerin karanlıklarda yitip gittiğini görmek canını iyiden iyiye sıkmış olsa gerek bırakmıştı ilgilenmeyi, Dünya denen gezegenle.
Mesih artık çok yorulmuştu anlaşılmamaktan, sürekli savaşmaktan, yalnızlıktan. Çevresinde bir tek kişi bile yoktu iletişim kurabildiği. Küçük Dünyası günden güne daha da küçülüyordu. Şehirler arası yolculuklar yerini başka bir semtteki deniz kenarına, o da yerini evin kitaplarla dolu odasına bırakmıştı. Bunalımdan kurtulup nefes aldığı zamanlar yalnızca kendini okumaya veriyordu.
Robot gibi çalışıp geldiği işi onu her gün daha da çok yoruyordu, vahşi hayvanlarla kaplı bir ormanda ilerlemek gibiydi, ruhu yaralarla dolu dönüyordu evine, pençeler ve dişlerin bıraktığı.
Yine böyle bir gün evine geldi, aceleyle çıkarken savurup attığı pijamalarını katladı, çekmecesine koydu, bütün evi süpürdü, bulaşıkları makineden alıp raflara dizdi, üzerindeki kıyafetleri çıkardı kirli sepetine attı, ardından banyoya girdi. Sular suratından akıp bedenini ıslatırken, tuzlu gözyaşları da eşlik etti küvetin deliğine uzanan bu yolculukta sulara. Tıraş bıçağının kafa kısmını kırıp o akşam bileklerini kesti. Bedeni; alt komşunun tavanından sular damlamaya başlayana kadar bulunamayacaktı.
Ölmesine yakın cehenneme bu haber gidiverdi, zebaniler tedirgindi, intihar eden sayısız insan ağırlamışlardı zebani misafirperverliğiyle, intihar edenlerin adresi burasıydı ama daha önce hiçbir Mesih buralara gelmemişti, bir kaç tanesinin rehberlerle eğitim amaçlı turistik gezi yaptığı olmuştu, fakat böyle bir şey ilk defa yaşanıyordu. Zebaniler en güçsüz, en genç, en çaylak zebaniyi çağırdılar konuşmak için, zira cehennemde otorite yoktur, varsa da insanların tam tersi şeklindedir. Her kafadan bir ses çıkıyor zebanilerin kimisi birbirini yumrukluyor, kimileri de hiç aldırış etmeden günlük faaliyetlerine devam ediyorlardı. En çaylak ve çelimsiz ''Yukarıdakinin bunu bir sabotaj olarak yapabileceğini, belki de bunu cehennemin kaosunu bozmak amaçlı yaptığını söyledi.'' ve ekledi ''ışıltılılardan birine sormak gerek...'' ışıltılı diyerek kast ettiği şey meleklerdi, zira adlarını anmak sinirlerini bozuyordu. En yaşlı ve kadim olanı ayak işlerinde kullandıklarından onu çağırdılar ve neler olup bittiğini öğrenmesi için Araf'a yani kutupların buluşabilecekleri tek yere yolladılar. Adı ''Zohak''tı büyük kafasını havaya kaldırıp hiçbir faninin duymaya tahammül edemeyeceği gürlemesiyle ''Gabriel'' in adını haykırmaya başladı ve kendini yerde buldu. Gelmişti.
Bir ayağıyla kafasına basıyor, alevli kılıcını ensesine dayamış, yerden kalkmasına izin vermiyordu.
Bu lanetlilerle ışıltılıların iletişim şekli idi. Olan biteni anlattı Zohak ve neden böyle bir şeyin meydana geldiğini, ne yapmaları gerektiğini bilmediğini söyledi. İşin aslı Gabriel' de ne olacağını bilmiyordu, Tanrı bu konuyla ilgili hiçbir açıklama yapmamıştı ve kimse gidip sormaya cesaret edemiyordu. Eski tecrübelerine dayanarak ''Sizin gücünüz ona azap vermeye yetmez ve ruhunun ışığı cehennemin karanlığını bozabilir.'' dedi. Bizzat kendisinin Araf'a bırakacağını ve onu kesinlikle kimsenin rahatsız etmemesi gerektiğini söyledi.
Dünyada hiçbir yere ait olamayan bedenin ruhu da bir yere ait olamamıştı.