BİR ZAMANLAR, der Hans Christian Andersen,
kuzeyli, kibar, utangaç ve bilgili bir genç adam, güneydeki sıcak ülkeleri ziyarete gitmiş; güneyde güneş delice parlarmış ve gölgeler hep kapkaraymış. Genç adamın penceresinden bakınca, sokağın karşı tarafında bir ev varmış; genç adam bir gün bu evin balkonunda güzel bir kızın çiçekleri suladığını görmüş. Genç adam güzel kızla konuşmak istiyormuş, ama çok utangaçmış. Bir gece, mumunun ışığı gölgesini sokağın öbür yanına, kızın balkonuna düşürürken, gölgesine "şakacıktan", gidip o eve girmesini söylemiş. Gölge de gitmiş. Eve girip onu terk etmiş. Tabii genç adam biraz şaşırmış bu işe; ama hiçbir şey de yapmamış. Zamanla kendisine yeni bir gölge yapıp memleketine dönmüş. Gel zaman git zaman, yaşlanmış, bilgisi görgüsü daha da artmış; ama hiç başarılı olamamış. Hep güzellik ve iyilikten bahsetmiş, ama onu kimsecikler dinlememiş. Derken bir gün, orta yaşlı bir adamken, gölgesi ona geri dönmüş - zayıf, kara kuru ama pek şıkmış. Adam hemen "Sokağın karşısındaki eve gittin mi?" diye sormuş. "A, tabii," demiş gölge. Her şeyi gördüğünü iddia etmiş, ama hepsi böbürlenmeymiş bunların. Adam ne soracağını biliyormuş: "Odalar dağın tepesinden yıldızlı gökyüzünün göründüğü gibi miydi?" diye sormuş, ama gölgenin bütün diyebildiği "Tabii, tabii hepsi vardı" olmuş. Ne cevap vereceğini bilemiyormuş. Eni sonu bir gölge olduğu için giriş holünden öteye geçememiş çünkü. "Eğer kızın yaşadığı odaya kadar gitseydim, ışık beni yok ederdi," demiş. Ama gölge şantajda ve benzeri hünerlerde mahirmiş; güçlü ve vicdansız biri olduğu için adamı tamamen hâkimiyeti altına almış. Beraber yola çıkmışlar: Gölge efendi, adam da onun hizmetkârı olmuş. Yolda "her şeyi çok açık görmekten" mustarip bir prensese rastlamışlar. Prenses gölgenin gölgesi olmadığını fark ettiği için ona güvenmemiş, ama gölge, adamın aslında kendi gölgesi olduğunu, ancak ona kendi başına dolaşması için izin verdiğini söylemiş; prenses, tuhaf bir durum ama mantıklı diyerek kabul etmiş. Prensesle gölge evlenmeye karar verince, adam sonunda isyan etmiş. Prensese gerçeği açıklamaya çalışmış, ama gölge lafı ağzından alarak "Zavallıcık deli, kendisini insan, beni de gölgesi sanıyor," demiş. "Ne fena," demiş prenses. Adama acıyarak, çektiği azaptan kurtarmak için onu ölüme mahkûm etmiş. Prensesle gölge evlenirken, adam da idam edilmiş,
(Ursula Le Guin - Kadınlar, Rüyalar ve Ejderhalar)
(Prensesin, kutsal ruhu temsil etmesi ve adamın bütünlüğünü sağlaması açısından, bireyin kendini kabullenmesi ve içsel dengeyi bulması üzerine çok güzel bir analiz sunuyor.
Adamın, gölgesini reddetmesi ve içsel karanlık yönlerini bastırması, bireyin kendi kimliğini inşa ederken yaşadığı çatışmaları ve bu çatışmaların getirdiği zorlukları etkili bir şekilde yansıtıyor. Kötü yönlerin kabul edilmeden bireyin gerçek özüne ulaşamayacağı gerçeği, insan doğasının karmaşıklığını anlamamıza yardımcı oluyor. Bu durumda, gölgesi bastırılmış bir kişinin içsel yolculuğu ve bu yolculuğun getirdiği zorluklar, bireyin ruhsal sağlığı açısından oldukça önemli bir tema haline geliyor.
Eklemek istediğim bir nokta, adamın kimliğinin kaybı ile birlikte ruhsal bir boşluk veya kriz yaşamaya başlaması. Bu, birçok bireyin kendilerini kaybetme korkusuyla karşılaşabileceği bir durumu simgeliyor. Kendi karanlık yönleriyle yüzleşmeden, insanın gerçek potansiyeline ulaşamayacağı fikri, ruhsal bütünlük açısından önemli bir ders sunuyor.
Prensesin temsil ettiği tanrısal yön, bireyin ruhsal olarak kendini gerçekleştirme yolunda karşılaştığı engellerin üstesinden gelme iradesini sembolize edebilir. Adamın gölgesiyle yüzleşmesi, onun ruhsal gelişimi için bir gereklilik haline geliyor.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Be yourself!